28 Temmuz 2016 Perşembe

Neden Canımız Yanar_Geçmişten Günümüze Ağrı/Dr. Frank T. Vertosick




İnsanlar yalnızca acıyı hissetmezler; gerçek olsun, hayali olsun, sonuçlarını öngörürler ki bu, ızdırabı birkaç katına çıkaran bir önsezidir.
Dr. Frank Vertosick, Amerika’da yaşayan çok başarılı bir beyin Cerrahı olarak, ağrı konusundaki çalışmalarını sadece tıp öğrencilerinin değil bütün herkesin anlayabileceği çarpıcı bir üslupla ele alıyor bu kitabında. Hastalarından verdiği çarpıcı örnekler ile ağrının biyolojik yapısını, psikolojik bedelini ve ağrıyla mücadele etmek için geliştirdiğimiz yöntemleri detaylı bir şekilde açıklıyor.  Kitabın kült edebiyat eserlerinin hastalık ve ağrıya ilişkin akılda kalan cümleleri ile başlayan bölümlerinde migren, fıtık, omurga rahatsızlıkları, doğum, eklem yangısı, bağışıklık sisteminin çökmesi, hayalet ağrılar ve bunun gibi konular hastalarının öyküleri içerisinde tıbbi terminolojiye okuyucuyu boğmadan anlatılıyor.
Çok sıkıntılı bir konu gibi görünen ağrı ve acı olgusu gündelik hayattan, edebiyata, tıbbi çevreden, doğaya, dine, evrime, bilime, psikolojiye, sosyolojiye yayılarak ancak bu kadar ilgi çekici hale getirilebilir diyorsunuz kitabı bitirdikten sonra. Kitabı alma tetikleyicim ise geçirdiğim trafik kazası sonucu kırıklarımın iyileşme döneminde yaşadığım, her gün değişik bir şekilde baş gösteren yorucu ve yıpratıcı ağrılarımı anlamlandırma çabam oldu. Sayın Vertosick’in kitabında beni en çok etkileyen ise “Tanrı’nın Megafononu” başlıklı giriş bölümünde ağrı ve acının sadece çekilen bir fiziksel travmanın yanında oldukça ağır psikolojik etkileri olan bir yaşanmışlık olduğunu anlatan cümleleri oldu.
Kitabı okurken daha önce hiç bilmediğim ve şaşkınlıkla karşıladığım o kadar yer oldu ki siz de okuduktan sonra bana katılacaksınızdır. Örneğin; Doğumda ölen Aztekli kadın, tam bir savaş kahramanı gibi askeri törenle gömülür ve ailesine emekli aylığı bağlanırmış. Aztekler doğumu kadının savaşı olarak görmekteymiş. Kanser, Latince “yengeç” demekmiş. Hastalığa bu isim, kararlılığı, tıpkı yengecin kıskaçlarıyla avına sıkı sıkıya yapıştığı gibi hastaya kenetlenmesi nedeniyle verilmiş. Bitkiler acı çekmezmiş çünkü değiştirecekleri davranışları yokmuş; süngerler, solucanlar, böcekler gibi basit hayvanlar acı duymazlarmış; çünkü davranışları büyük ölçüde genetik olarak belirlenmiş.
Yazarın, "Bir Beyin Cerrahı” ve “Beynine Bir Kez Hava Değmeye Görsün" adlı diğer kitapları bir daha ki kitap alışverişi listemde. Keyifli okumamalar, ağrısız acısız ya da en azından ağrı ve acıyla başarıyla baş edebildiğimiz günler diliyor ve hocanın kitabı bitirirken ki güzel öğüdüyle yazımı bitiriyorum;
Kendinize bir bitiş çizgisi hayal edip, ona doğru ilerleyin. Ve kurtuluşunuz için sadece çevrenizdekilere bel bağlamayın. Evinizde tek başınıza sendeleyerek dönmeniz gerekebilir. Ne de olsa yaşamlarımızı acının tutsağı olmaktan kurtarmanın savaşını her şeyiyle kendi içimizde vermeliyiz.
Hatırlamalı;

Acıdan alınan dersler olmasaydı, bedenlerimiz kısa sürede en sıradan travmalarla tahrip olurdu.
Acı bir öğretmendir; doğanın yaşamda kalma okulunun baş öğretmenidir.
Vicdan azabı dedikleri şey olsa gerek bu adamda, Karın ağrısından, diş ağrısından beter bir şeymiş bu. Ne olduğunu bilmiyorum ama Allah esirgesin beni bundan! (Herman Melville, Moby Dick)
Eşim yatağında, ben sandalyemde, ikimiz de doğanın bize verdiği Homo sapiens-düşünen insan- olma onuruna karşılık talep ettiği yüksek bedelin tanıklarıydık.
Tanrı’nın hastalıkların çaresini, o hastalığın sık görüldüğü ortamlarda insanlara sunduğuna inanıyordu.
Ağrı ya da acının sağladığı disiplin olmadığı zaman, bedenlerimizi tanınmaz hale gelecek kadar yıpratırız.
Başkasına verdiğimiz acı ile doğduğumuz ve kendi acılarımızla ölmeye mahkum olduğumuz söylenir.
Hayvanların ortaya çıkması sırasında ağrı ile ölüm arasında kurulan evlilik, hala bozulması zor olan bir birlikteliktir.
Resim: Van Gogh (Old Man In Chair)

27 Temmuz 2016 Çarşamba

Bir Kayıp Denizci/Gabriel Garcia Marquez



  
Tüm gökyüzünde boş bir yer bulmak olanaksızdı. Küçükayı’yı bulur bulmaz başka bir yere bakmaya cesaret edemedim. Nedenini bilemeyeceğim ama Küçükayı’ya bakarken kendimi daha yalnız hissediyordum.
1955 yılında, Kolombia Deniz Kuvvetlerine bağlı "Caldas" adlı bir muhribin mürettebatından sekiz kişi Antiller denizinde fırtınaya tutulan denize düşüp kaybolur. Tersanede onarıldıktan sonra Alabama'dan ayrılıp "Cartagena"ya gitmekte olan muhrip, faciadan yüz yirmi dakika sonra bu limana ulaşır. Kazazedelerin aranmasına hemen başlanır fakat dört gün sonra aramalar durdurulur ve bu kayıp denizciler resmen ölmüş kabul edilir. Sürpriz bir şekilde bu kayıp denizcilerden biri, bir hafta sonra Kuzey Kolombia'da ıssız bir kumsalda can çekişir durumda bulunur. Bu kitap, on gün yemeden içmeden, başıboş bir salda kalan "Luis Alejandro Velasco" adlı bu denizcinin bazılarımıza gerçekdışı gelebilecek öyküsünü anlatır.
Gabriel Garcia Marquez, 1955 yılında El Espector dergisinde çalışırken bu gerçek olayın öyküsü on dört günlük bir tefrika olarak yayımlanır, daha sonra söz konusu röportaj 1970 yılında kitaplaşır. Marquez tarafından günde altışar saatten yirmi oturumda, Luis Alejandro Velasco’ya faka bastırıcı sorular sorarak yapılan röportaj sonucunda deniz kazasına ilişkin on günün yoğun ve gerçek öyküsü oluşturulur. Diğer taraftan Marquez’in en büyük sıkıntısı alışılagelmişin dışında bir anlatım yetisine sahip olan denizcinin anlattıklarının gerçekliğine okuyucuyu inandırmak olur ki, bu sıkıntıyı da öyküyü onun ağzından yazmakla aşar.
Marquez bu röportajın kitaplaştırılması konusunda düşüncelerini önsözünde çok içten bir şekilde aşağıdaki cümleleriyle eleştirir;
"Bu öyküyü on beş yıldır okumamıştım. Yayımlanacak değerde gibi geliyor bana, ama yayımlanmasının yararını anlayamıyorum. Bugün bir kitap olarak basılıyorsa bunun nedeni, çok düşünmeden yayımlanmasını kabul edişimdir. Söyleyecek tek bir sözüm var: yayımcıların, kitabın içindekinden çok, üstündeki imzayla ilgilenmeleri, hele bu imza moda bir yazarınsa, beni tiksindiriyor. ama ne mutlu ki, yazanların değil de bir sal üstünde on gün boyunca yemeden içmeden acı çeken bu adsız yurttaşım gibi, acı dolu deneyimleriyle yazmaya olanak verenlerin malı olan kitaplar vardır. Kücük kitabim bu sınıfa giriyor."
Can Yayınları, genellikle Marquez eserlerinin kapağında büyülü gerçeklik akımına uygun şekilde Henri Rousseau eserlerini kullanıyor. Bu kitap kapağında da ünlü ressamın "War" adlı eserinin bir bölümü kullanılmış. Eserin tamamı yanda görüleceği üzere kitap konusundan oldukça farklı.
Bu kapsamda, Marquez’in diğer tüm kitaplarını okumuş bir okuyucu olarak bu eserin büyülü gerçeklik ustasının o çok bildiğimiz anlatımından farklı bir tarzla yazılmış olduğunu, diğer taraftan çok ama çok samimi ve sürükleyici bir öyküyle karşılaştığımı belirtmek isterim. Kitap eğer izlediyseniz “Pi’nin Yaşamı” filmine benzer öğeler içerdiği gibi, Jack London’un o çok sevdiği deniz maceralarını içeren romanlarından sanki bir bölümü çağrıştırıyor. Bir oturuşta okunan, bir sonraki sayfayı okuyucuya merak ettiren, heyecanlı, bazen “bu kadar da olamaz” dedirten çok zorlu bir yaşanmışlığı içeren bu kitabı içtenlikle tavsiye ediyorum ve sizden bol deniz maceralı ve sürükleyici roman tavsiyelerinizi bekliyorum…

25 Temmuz 2016 Pazartesi

Günün Kelimesi: Saat


Boğulmamak İçin/George Orwell



Burada bir itirafta bulunacağım, daha doğrusu iki itirafta. Birincisi, hayatıma dönüp baktığımda bana balığa çıkmak kadar zevk veren başka bir şey hiç olmadı. Öbür itirafıma gelince, on altı yaşımdan sonra bir daha hiç balığa çıkmadım.
 
“George Orwell” ismini duyduğu anda, kapağına ve içeriğine bakmadan kitap alanlardanım evet… Fakat bu anlamda Orwell beni hiçbir zaman hayal kırıklığına uğratmadı. Yazarın, yazımını, kurgusunu, 1903-1950 arasında yaşamış olmasına ve eserlerini çoğunlukla 30’lu yıllarda yazmış olmasına rağmen geleceği bu kadar net görebilmesini, düşündürücü ve kaotik atmosferini, samimiyetini, kullandığı metaforları çok seviyor ve takdir ediyorum.

Orwell deyince çoğumuzun aklına “1984” ve “Hayvan Çiftliği” distopyaları gelir. Bu iki başyapıta hakkını teslim edip, Orwell’in diğer kitaplarına da kütüphanelerimizde yer vermek gerekir. “Boğulmamak İçin” bu anlamda Orwell’in iki başyapıtının habercisi olan ve satır aralarında “1984” ve “Hayvan Çiftliği”ni barındıran, biraz da kendi çocukluğunun İngiltere’sini içeren, otobiyografik tatlar bırakarak I. Dünya Savaşı ve II. Dünya Savaşı yakın dönemi Londra’sını çok samimi bir şekilde gözler önüne seren, okuması çok keyifli bir roman.

Kitabın ana karakteri, George Bowling, 45 yaşında, şişman, evli ve çocuklu, kasvetli hayatından kurtulmak isteyen bir sigorta pazarlamacısı olarak karşımıza çıkar. 1939’da patlak verecek olan savaşın gelişini, yemek kuyruklarını, zorbalığı, çaresizliği tahmin ederek gelecekten çok korkar ve çocukluğuna sığınmak ister. Anı-roman tarzındaki eserde, sıradan bir karakter olan George Bowling’in hayatına dair hayal kırıklıkları, küçük mutlulukları, bedenine ilişkin memnuniyetsizlikleri, hayalleri, korkuları, ızdırapları, kaçamakları, pişmanlıkları ve planları okuyucuya komik ve ironik bir şekilde aktarılır. Bowling’in tek ve en büyük arzusunun balık tutmak, balık tutabilmeye zaman ayırabilmek olduğu kitapta, siz de onunla beraber balık tutmayı hayal ederken bulursunuz kendinizi.


Kitabın adı “Coming Up for Air” dilimize Can Yayınlarında “Boğulmamak İçin” olarak birebir tercüme edilmiş ve çok da uygun olmuş bence. Kitap kapağı da paralel biçimde renkli ve çok anlamlı. Diğer taraftan başka bir yayınevinin, “Daralma” olarak yaptığı tercümesi de kitabın hissettirdikleri açısından çok uyumlu bir seçim olmuş. Kitabın İngilizce bir versiyonunda, eski Londra sokaklarında arabaların arasında birikmiş suyun üstünden atlamaya çalışan bir adamın fotoğrafını içeren kapak da favorilerim arasında…

Kitabı bitirdiğimde kitabın yazımının üzerinden yarım yüzyıldan fazla geçmiş olmasına rağmen Bowling karakteri, ailesi, çevresi ve kafasındaki her şeyin bu dönemde de güncelliğini ne kadar çok koruduğunu ve sokağa baktığımda birçok Bowling karakteri gördüğümü fark ettim. Benim romanı Londra’da tatildeyken okumuş olmam, 1930’ların Londra’sı ve bugünü canlı canlı karşılaştırabilmem açısından ayrı bir keyif verdi bir anlamda… Hyde Park’ta güneşli bir havada Londra’lıların rahatlığı ve mutluluğuna imrenerek bakarken, trenle Londra’nın parlak havası dışında kalmış küçük koyu renkli banliyö evlerinin yanından geçerken de Bowling’i görecekmişim hissine kapıldım… 


Hatırlamalı;

 Annem ve babam her şeyin ürkütücü bir akıntı halinde eriyip çözüldüğü bir devrin sonunda ama bundan habersiz yaşadılar.


Artılarla eksileri alt alta koyduğumda savaşın bana zarar vermek kadar fayda da getirdiğini kabul etmem gerek. Ne olursa olsun, o yıl okuduğum romanlar kitabi bilgi anlamında hayatım boyunca aldığım tek gerçek eğitim oldu. Bu sayede zihnimin işleyişinde bir değişim meydana geldi. Hayatım normal ve makul seyrinde gelişseydi muhtemelen edinemeyeceğim farklı, sorgulayan bir bakış kazandım. Fakat bunu anlayabilir misiniz bilmiyorum, aslında beni değiştiren, bende gerçekten etki bırakan şey okuduğum kitaplardan çok sürdüğüm hayatın kokuşmuş anlamsızlığıydı.


Hepimiz niye böyle lanet birer aptalız, merak ediyorum. İnsanlar budalalık uğruna onca vakit harcayacaklarına niye dolaşıp etraflarına bakmıyorlar? Şu gölete mesela; içindeki bir sürü şeye… Ve bu arada hiç bitmeyen şu merak duygusu, içimizdeki o acayip alev. Sahip olmaya değer tek şey ve biz onu istemiyoruz.


Çalışmamız gerektiğini gayet iyi anlıyorum. Herhangi birimizin çuhaçiçeği toplamaya vakti varsa bu madenlerde ciğeri çıkana kadar öksüren adamlarla daktilolarda parmak çürüten kızların sayesinde. Hem karnınız tok değilse ve sıcak bir yuvanız yoksa zaten çiçek toplamak istemezsiniz.