24 Kasım 2016 Perşembe

Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş/Jose Saramago


Hani derler ya, yaşamak ve görmek gerek, bu zamana bağlı bir sorundur ve bazı şeyleri görmek nasip olmazsa eğer, bu sadece yeterince yaşamadığımızdan olacaktır. 
"Ertesi gün hiç kimse ölmedi" diye başlayan bu ilginç Jose Saramago eserinde gerçekten hepimizin hayatının bir döneminde ya ölüm olmasaydı sorusu soruluyor ve ona göre olaylar zinciri başlıyor. Ölümün ortadan yok olmasıyla birçok iş kapısı kapanırken birçok iş kapısı açılıyor. Saramago toplum, din, siyaset, ekonomi, sosyo kültürel yaşam, ahlak, mafya gibi daha birçok çerçeveden bu ütopik olayı işliyor. Kitabı farklı kılan da belki bu çok yönlülük...Kitap birçok okuyucunun aynı fikirde olduğu üzere sanki iki ayrı kitapmış gibi...İlk bölümde farklı farklı alanlardaki ölümün yok olmasının etkileri yazarın ağzından anlatılırken, ikinci bölümde ölümü anlatıcı olarak görüyor ve daha duygusal bir okumaya geçiyoruz.

Kitapta bahsi geçen ve kitap kapağına da ilham olan “acherontia atropos” ise gerçekten araştırmaya değer bir kelebek türü. Geceleri uçan, sırtında insan kafatasını andıran bir şekil bulunan, ergin halinde on iki cm boyuna ulaşan bu canlıya "atropos" yani "ölüm" adını vermişler. Belki bu kelebeği “Kuzuların Sessizliği” filminin afişinden de hatırlarsınız. Yine kitapta adı geçen “mandragora” bitkisi de dikkat çekici ve kitapta söz konusu canlılara yapılan göndermeler bir hayli etkileyici.
Saramago'nun sadece virgül ve nokta kullanarak eserlerini sunma şekli birçoklarına okuması zor gelse de yazarın konu seçimlerindeki dehası tartışılmaz. Bence Körlük ile beraber mutlaka okunması gereken Saramago eserlerinden. Filmi mutlaka çekilmeli dediğim bu enterasan eserin, yazarın 2010 yılında vefatından sonra dilimize kazandırılması da gerçekten üzücü. Yazarın Körlük adlı eserinin sinemaya uyarlanmış halini izledikten sonra tutamadığı göz yaşları hala hafızamda. Huzur içinde uyusun üstat diyerek sizlere iyi okumalar iyi düşünmeler diliyorum. İnsanoğlunun çeşitli olaylar karşısında verebileceği tepkilerin sınırsızlığı ve boyutsuzluğunun şaşkınlığını size yaşatacak bu eseri çok çok tavsiye ediyor, iyi okumalar diliyorum. 

Hatırlamalı; 

Sen sözcüklerin nesnelere iliştirilen etiketler olduklarını bilmiyorsun galiba, sözcükler nesne değildirler, nesnelerin gerçekte nasıl olduklarını, hatta gerçekte nasıl adlandırıldıklarını bile hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz, çünkü onlara verdiğimiz isimler, adı üstünde onlara verdiğimiz isimlerdir yalnızca. 

Eller açılıp kapandıklarında, okşandıklarında ya da vurduklarında, gözyaşlarını sildiklerinde ya da bir gülümseyişi gizlediklerinde, bir omza konduklarında ya da veda ettiklerinde, çalıştıklarında ya da hareketsiz kaldıklarında, uyuduklarında ya da uyandıklarında konuşurlar. 

 …dünyayla vedalaşır gibi çalıyor; hiç söyleyemediği şeyleri söyler gibi çalıyor, yarım kalan hayallerini, gerçekleşmeyen arzularını, kısaca hayatı çalıyor. 

Sizin de istediğinizi gerçekleştiremediğiniz haller olmuştur, Tanrıyı düşünün bir kez, onun bile isteklerinin gerçekleşmediği durumlar var.

Günün Kelimesi: Okumak


21 Kasım 2016 Pazartesi

Ölümcül Yumurtalar/Mihail Bulgakov

Metaforik romanlardan hoşlanıyorsanız Rus edebiyatının yasaklı ve önemli isimlerinden Bulgakov'un bu eseri tam size göre. 1917 Rus Devrimi sonrasındaki çalkantılı yılları ve Stalin'in iktidara geldiği yıllardaki bilimsel ilerleme ile düşmanları geride bırakma dönemini işaret ederek güzel bir sistem eleştrisi ortaya koyuyor bu eser. 



Zooloji profesörü Persikov'un canlı organizmaları devleştiren kızıl ışınlarının yarattığı olayların konu alındığı kitabı okurken, metaforik anlatımı bir kenara bıraksanız dahi bilimkurgu türünde de kitabın başarısını göz ardı edemiyorsunuz. Persikov'un laboratuar ortamının değişen Moskova'ya işaret etmesi gibi satır araları oldukça düşündürücü. 1924 yılında yazılmış olmasına rağmen geleceği Orwell kitaplarındaki gibi görebiliyor olması da yazarın dehası tabii ki. Köpek Kalbi kitabı ile devam edebilir Bulgakov'un sade yazımının tadını daha fazla çıkarabilirsiniz. Kısa, bir günde okunabilecek fakat çok düşündürücü bu kitabı Bulgakov'un diğer eserleri gibi gönül rahatlığıyla tavsiye ediyor, iyi okumalar diliyorum...

Günün Kelimesi: Gölge


17 Kasım 2016 Perşembe

On İki Gezici Öykü&Mavi Köpeğin Gözleri/Gabriel Garcia Marquez



1982 yılı Nobel ödülü sahibi Gabriel Garcia Marquez'in kısa öykülerinden oluşmuş iki eser var bugün bloğumda. On İki Gezici Öykü (1992) ve Mavi Köpeğin Gözleri (1972). Marquez'le ilk tanışmam On İki Gezici Öykü ile oldu ve büyülü geçeklik tarzındaki kalemine ve ruhunun zenginliğine aşık olarak tüm kitaplarını sırayla tamamladım.

On İki Gezici Öykü kitabındaki öyküler Marquez'in 1970 lerde başlayıp 18 yıl süren seyahatleri sonucu oluştuğu için gezici. Marquez bu öykülerin yazılış macerasını anlatırken roman yazmanın öykü yazmaya göre çok çok daha kolay olduğuna vurgu yapıyor önsözünde. "Yine de ne olur olmaz diye, onları bir daha asla okumayacağım; kitaplarımın hiçbirini pişman olma korkusuyla asla bir daha okumadığım gibi." diyor büyük üstat. Daha önce yazdığım ve blogda da paylaştığım "Gabriel Garcia Marquez Eserlerindeki Yaşlılık Olgusu" başlıklı makalemde bu kitaptan oldukça çok faydalandım çünkü birkaç öyküde yaşlılık, ölüm ve yalnızlığa oldukça fazla vurgu yapılmıştı. Hap gibi bir "Yüzyıllık Yalnızlık" istiyorsanız işte size bir fırsat...Eğer Marquez yazımı ile ilk defa tanışacaksanız da çok iyi bir tercih bu kitap...Orjinal kitap kapağında Henri Rousseau'dan "The Girl With a Doll" resmi uygun görülmüş ve de bence çok yakışmış. Can Yayınlarından çıkan kitap kapağında yine Henri Rousseau'dan "Portrait of a Woman" eseri bulunmakta. Daha önceki yazılarımda da Rousseau'nun eserlerindeki boyut algısındaki özgürlüğün Marquez eserlerinin büyülü havasına çok yakıştığını belirtmiştim.




Bir diğer tarafta Marquez'in 1947-1955 yılları arasında yazdığı, içerisinde ilk eserlerini barındıran Mavi Köpeğin Gözleri var. Kitap Marquez'in üslubunun şekillenmeye başladığı dönemde yazılmış öykülerden oluşuyor. Fazlaca büyüsel özellikler içeren öykülerine gerçeklik olgusu sonradan katılıyor. Kitaba ismini veren öykü gerçekten çok etkileyici. Kitap kapağında, Rousseau'nun "The Dream" adlı eseri bulunmakta. Marquez'in de eserlerini verirken kendi rüyalarından çok etkilendiği göz önüne alınırsa, eser ve kapak çok uyumlu olmuş bence. Marquez severlerin bu kısa öyküleri de çok beğeneceğini tahmin ediyorum. İyi okumalar dileğiyle...

7 Kasım 2016 Pazartesi

Dünün Dünyası/Stefan Zweig

Özel yaşamda dilediğini yapmak ya da yapmamak-bugün tahmin edilemeyeceği kadar-doğal ve serbestti; sabırlı olmak bugün olduğu gibi yumuşaklık ve zayıflık olarak küçümsenmiyor, tam aksine etik bir güç olarak övülüyordu.
Stefan Zweig’ın kaleminden çıkmış her türlü biyografiyi hiç düşünmeden alıp okuyacağım gibi, Dünün Dünyası isimli otobiyografi de duraksamadan alıp okuduğum kitaplardan biri oldu. Bence bu eser bir başucu kitabı ve 19. ve 20. yy’da tarihte olanları merak edenlerin de ellerinden düşüremeyecekleri bir anlatı. 



Bu aşırı kapsamlı ve 19. yy sonu ve 20. yy dönemlerinin sosyokültürel yapı, tarih, bilim, entelektüel çevre, siyaset, politika açılarından ele alındığı, Zweig’ın aşırı sürükleyici, yumuşak ve sade kaleminden anlatılan başyapıtta o kadar çok tarihi karakterle karşılaşıyorsunuz ki elinizde kalem kağıt başka başka dünyalara dalıyorsunuz. Yazarın entelektüel birikiminin çevirmeni bile oldukça etkilediği bu eser bir kere de okunup kenara konulacak bir eser değil… Eserin ara ara tekrar okunması, yaşananların günümüze olan benzerliğine, tarihin tekerrürüne, hatta bazen 19. yy sonu Avrupa’sına benzerliğimize, sanat ve edebiyat camiasındaki üstatların dokunuşlarına tekrar dönüp bakılması gerektiği kanaatindeyim. 


Kitapta, Viyana’dan Zürih’e, Salzburg, Londra ve New York’a uzanıp Petropolis’te sonlanan sürgün yaşamını anlatıyor Zweig. Anılarını anlatırken, öyle geniş bir perspektif sunuyor ki okuyucuya bu muhteşem anlatım belki ders kitabı olarak okutulsa, herkes şimdikinden çok bilgiye sahip olabilirdi. Zweig’ın yaşamındaki zorluklar, engeller ve hazin sonu göz önüne alındığında kişisel ve toplumsal değerler ve ideallerin nasıl da çöktüğüne birebir şahit oluyorsunuz okurken. Kitaptaki mekan ve kişilerin çokluğu sizi korkutmasın belki başka bir kişinin elinden çıksa karmakarışık olacak olan kafanız Zweig’ın kaleminden düşüncelerin ve anıların su gibi aktığı bir anlatıma kavuşuyor. Aşağıda her tarafı çizili kitabımın en çok hatırlanacakları sıralanıyor.  İyi okumalar dilerim…



  • Bir insanın çocukken çağın havasından kaptığı şeyler içine işler ve bir daha da çıkmaz.
  • Asla kimseden bir şey istememiş olmaktan, hiçbir zaman “lütfen” ya da “teşekkür ederim” demek zorunda kalmamış olmaktan duyduğu gizli gurur, onun için her türlü gösterişten daha önemliydi.
  • Henüz gazeteler ülkelerin, halkların ve aynı toplum içindeki insanların birbirine duyduğu nefrete yer vermiyor ve bu nefret insanları ve ulusları birbirinden koparmıyordu; o sürü ve yığın duygusu henüz toplum yaşamında bugünkü kadar iğrenç ve güçlü bir şekilde yaygın değildi.
  • Genç insanlar kendi yazarlarını kendileri arar ve bulurlar, çünkü onları kendileri için bulmak isterler.
  • İyi bir kitap en iyi üniversitenin yerini tutar.
  • Başarı tutkunu da değildi ve başarıyı uzlaşmayla, çıkar ilişkileriyle ya da tanıdıklarını devreye sokarak elde etmeye çalışmazdı-dostları ve onların nesnel görüşü kendisine yeterdi.
  • Büyük yapıtları çok iyi anlayabilmek için onların yalnızca mükemmel halini değil mükemmelliğe giden oluşumlarını da incelemek gerekir.
  • Fakat insan sadece gençlik yıllarında rastlantıyla kaderin özdeş olduğunu düşünür. Sonraki yıllarda ise hayatımızın yönünü iç dünyamızın belirlediğini fark ederiz; gittiğimiz yol, arzularımızın aksi yönünde ve anlamsız gibi görünse de sonunda bizi her zaman görünmeyen hedefimize doğru götürür.
  • Her sanatçı anlaşılmaz bir çelişki barındırır içinde: Hayat ona hırçın ve acımasız davrandığında huzuru özler, huzur verdiğinde ise gerginliği.
  • Rus atasözü: Hiç kimse dilenmeyeceğim, hapse girmeyeceğim dememeli.

 Fakat yaşanan darbelerin insanı kamçıladığını, kovuşturmaların insanları güçlendirdiğini ve insanı yok etmezse, yalnızlığın insanı yücelttiğini anlamam için birkaç yılın geçmesi gerekti. Yaşamın tüm önemli şeyleri gibi, insan başkalarının tecrübelerinden değil, sadece kendi yaşadıklarından, yazgısının kendisine yaşattıklarından bir şeyler öğrenebiliyor.

Günün Kelimesi: Gerçeklik


2 Kasım 2016 Çarşamba

Son Sözü Genom Söyler/Greg Gibson


Yakın geçmişimize oranla daha uzun yaşıyoruz, tuhaf yiyecekler yiyoruz, komik bir leğen kemiği üstünde dik durarak yürüyoruz, koca kafalı bebekler dünyaya getiriyoruz, evlerimizi hayvanat bahçesi misali bir sürü hayvanla paylaşıyoruz ve hayli karmaşık toplumsal durumlarla baş etmeye çalışıyoruz. Eğer zaman zaman kendinizi strese girmiş hissediyorsanız bir de bizi bu günlere getiren genlerin halini düşünün. 


Genetik Profesörü Greg Gibson, “Son Sözü Genom Söyler” kitabında genomlarımız ve modern kültür arasındaki çatışmanın kronik hastalıkların artmasındaki en önemli nedeni olduğunu anlatıyor… Mevcut genetik yapımızın, hazır gıda, bol şeker, hareketsiz yaşam, yüksek doz sosyalleşme baskısı gibi unsurlarla birlikte yaşamakta nasıl zorlandığını anlatan kitap okunmaya değer bilim kitaplarından.


Diyabet, obezite, depresyon, şizofreni, alzheimer ve meme kanseri gibi çağımızın en çok görülen hastalıkları arkasındaki genetik yapının önemli olup olmadığı ve çevresel unsurların söz konusu hastalıklar üzerine etkilerinin herkesin anlayabileceği bir dille anlatıldığı, hiç sıkmayan, okudukça merak uyandıran bu eseri mutlaka tavsiye ediyorum. Kitabın çoğu sayfasında altını çizdiğim öyle çok paragraf var ki bunlardan ancak birkaçını kitabın ilgi çekiciliğini görmeniz açısından sizlerle paylaşıyorum. Şu anda pek meşhur olan “Sapiens: Hayvanlardan Tanrılara” kitabını okuduktan sonra okuduğum bu kitapla kafamdaki pek çok soruya yanıt bulabildim… Hastalıksız ya da en azından mevcut hastalıkla kolay baş edebildiğimiz günler dileğiyle iyi okumalar…


Modern yaşamın yarattığı stres, genlerin tamamen normal işlev gören varyantlarını bozulmanın eşiğine getiren ufak, fazladan karışıklıklar meydana getirmektedir.


Primat tarihi boyunca tamamen zararsız olagelmiş tatlar artık şimdinin kötü adamları, dikkatsiz yaşayan çocuklardaki obezliğe ve iltihaplı bağırsak oluşumuna katkıda bulunan risk faktörleri olarak karşımızda durmaktadır.


Çekilmiş olan tüm acılar çerçevesinden bakıldığında, tartışmaya açık olmakla birlikte, insanların günümüzde ulaştıkları mutluluğa daha önce hiç sahip olmadıkları söylenebilir.


Bazı mutasyonlar sizin için faydalıdır da. Diyabetten korunmaya ya da kişinin daha doğurgan olmasını sağlayabilirler.


Yakın zamana dek, kanser en yaygın hastalık ve başlıca ölüm nedeni değildi; dolayısıyla, kansere yol açabilecek yüzlerce varyantın genomdan temizlenmesi için hayli küçük bir baskı oluşmuştur.


Milyonlarca yıl boyunca primatlar nispeten sabit seyreden bir baskı aralığı içindeydiler ve oldukça iyi iş gören insülün, leptin ve benzerleri tarafından temellenmiş bir hormon sistemi evrimleştirmişlerdi. Sonra tür olarak dünyanın dört bir tarafına göç etmeye, tuhaf ayklık adet döngülerine sahip olmaya ve daha önce hiç beklenmeyecek denli uzun yaşamaya karar verdik. Çeşitli dönemlerde otçulluktan etçilliğe oradan hepçilliğe geçtik; avcı-toplayıcılığı bırakıp göçebe-çobancı olduk ve en son dönemde de mısırcılığa geçtik. Baskı altındaki metabolik sistemlerimizin kafaları bütünüyle karışmış durumdadır.


Bize Michelangelo’yu, Beethoven’ı, Einstein’ı ve Shakespeare’i veren evrimsel süreç nasıl oluyor da yaratıcı sanatçılarımızı bu tür yıkıcı bir depresyon kapasitesiyle baş başa bırakıyor.