İyi okumak, yani gerçek bir ruha sahip gerçek kitapları okumak asil bir eylemdir ve kişiyi günün gerektirdiği işlerden daha fazla çalıştırır...Henry David Thoreau...INSTAGRAM: @hatirlayici
31 Ağustos 2016 Çarşamba
29 Ağustos 2016 Pazartesi
İyi Kalpli Erendira/Gabriel Garcia Marquez
O zamanlar ben
ölüme karşı hiçbir çare tanımadığımdan, onu sadece en az ağrıyan tarafımın
üstüne yatarak bekliyordum...
Gabriel Garcia
Marquez’in 1972 yılında yazdığı bu eserde birbirinden büyüleyici 7 öykü var.
Kitap ismini “İyi Kalpli Erendira” isimli uzun öyküden almış. Ben "Yüzyıllık
Yalnızlık" şaheserini en son okumaya karar verip Marquez’in diğer tüm
eserlerini okuduktan sonra finali "Yüzyıllık Yalnızlık" ile yapan bir okur
olarak, büyülü gerçekliğin muhteşem atmosferini bu öykülerin her birinde
tattığımı ve ilk defa tanıştığımı ifade etmek isterim. 142 sayfalık bu eser size Marquez okumanın
keyfini öykülerindeki sıcaklık ve masalsılıkla sonuna kadar hissettirecek.
Kitap kapağı, Erendira’yı en güzel betimleyecek eseriyle Henri Rousseau’ya ait. (Young Girl in Pink, 1906/ 1907). Marquez'in masalsı kitap kapaklarına, Rousseau’nun sanatını icra ederken gerçek boyut algısına saplanıp kalmadan yarattığı eserlerini Can Yayınları gibi ben de çok yakıştırıyorum. Eğer Marquez'in öykülerinden romanları kadar hoşlanırsanız, "Mavi Köpeğin Gözleri" ve "On İki Gezici Öykü" ile okuma zevkine devam etmenizi tavsiye ederim, sevgilerle...
Hatırlamalı;
Yavaş yavaş onu
daha iyi tanıyanların yaptıkları gibi gözlemeyi de öğrendi, ona hiç bakmadan,
ama onu düşlerinde bile unutamadan.
…çünkü bu bir emir değil sadece bir tavsiyedir, zaten mutluluk da bir zorunluluk değildir.
Özgür, gerçek ve kesin iradesinin ne olduğu kendisine sorulduğunda, bir an bile duraksamadı. “Gitmek istiyorum” dedi.
Anıların acısını bastırmaya çalışarak bir saat daha hamağın içinde döndü durdu, ta ki acının kendisi, bir karara varabilmesi için gerek duyduğu gücü ona verene kadar.
…çünkü bu bir emir değil sadece bir tavsiyedir, zaten mutluluk da bir zorunluluk değildir.
Özgür, gerçek ve kesin iradesinin ne olduğu kendisine sorulduğunda, bir an bile duraksamadı. “Gitmek istiyorum” dedi.
Anıların acısını bastırmaya çalışarak bir saat daha hamağın içinde döndü durdu, ta ki acının kendisi, bir karara varabilmesi için gerek duyduğu gücü ona verene kadar.
Bu denizden uzakta
bir yerde ölebilmek için, ne zaman öleceğimi gerektiği kadar önceden bileyim
diye dua etmişimdir hep...
26 Ağustos 2016 Cuma
MUTLULUK ÜZERİNE
Mutluluk o kadar
çok kişinin merak ettiği bir konu olmuş ki felsefecilerin, psikologların, bilim
adamlarının araştırmaları hep bu yönde olmuş. Birileri, yaşam refahındaki artış
demiş, birileri iklim ve coğrafya demiş, birileri sosyoekonomik göstergeler demiş,
birileri dostluk ve aile demiş, birileri bu kavram sadece beyin kimyasına
bağlıdır demiş, birileri seratonin, adrenalin, vitamin demiş, demiş de demiş… O
kadar geniş ve soyut bir kavram ki mutluluk, bir alt ya da üst limiti olmayan,
kişiden kişiye anlamı, ifadesi, şekli, rengi, görüntüsü değişen kavramlardan
biri. Kişisel gelişim kitaplarının gözde kelimesi; “Mutsuzluğa İnat”, “Mutluluk
mu? Zor Değil!”, “Mutluluğa Çeyrek Var”, “Neden Siz de Mutlu Olmayasınız”,
“Mutluluk Reçetesi”, “Mutsuzluğunuza Savaş Açın”, “Bir Günde Mutluluk”,
“Mutluluk Size O Kadar Yakın”…(Not: Söz konusu kitap isimleri tamamen uydurmadır
eğer çakışanlar varsa affola)
Van Gogh |
Kelimelere olan
tutkumu profilimde de sizinle paylaşmıştım. Kitapları okurken içime işleyen
cümleleri not aldığım bir dosyam var. O cümleler öyle kelimelere ilham veriyor
ki kafamda onları eşleştirmek bana çok keyifli bir oyunmuş gibi geliyor.
Geçenlerde, kelime dosyamda gezinirken ne kadar çok yazarın mutluluk, saadet,
sevinç, mutsuzluk, keder üzerine yazdığını fark ettim. Bunlar da sadece benim
aklımda kalanlar ve benim okuduğum yazarların cümleleriydi… Bu yazımda sadece
altını çizdiğim cümleleri ve yazarların bakış açılarını paylaşacağım sizlerle.
Ne taraftan bakmışlar eserlerinde mutluluğa… Nasıl bir mutluluk anlayışı
benimsetmişler karakterlerine…
Mutluluğumuzu
hep saklama ihtiyacı duyarız, nazardan, kem gözden korkar, atasözlerimize bile
işlediği gibi çok gülmenin sonunun iyi gelmeyeceğini düşünürüz. Sessizce “Aman
nazar değmesin ama her şey çok yolunda, kendimi iyi hissediyorum” der, üstünü
örteriz. Sabahattin Ali bu duyguyu çok güzel tanımlamış aşağıda “saadeti israf
etmekten korkmak” ifadesiyle… Belki de bize taa küçüklüğümüzden beri öğütlenen,
iç benliğimize işleyen “mutluluğun” daimi olmayacağına dair sözler, atasözleri,
deyimler, şarkılar, türküler, masallardır bizi mutluluğumuzu gıdım gıdım
yaşamaya, çevremize göstermemeye, kendimize bile itiraf etmemeye iten…
Zaten küçüklüğümden beri saadeti
israf etmekten korkar, bir kısmını ilerisi için saklamak isterdim... Bu hal
gerçi birçok fırsatları kaçırmama sebep olurdu, fakat fazlasını isteyerek
talihimi ürkütmekten her zaman çekinirdim. (Kürk Mantolu Madonna, Sabahattin
Ali)
…O yüzden mutluluğunun ve
hayatının çevresini serinkanlı ve sıradan gündelik sözlerle kaplıyordu ki
bunlar başkalarının eline geçtiğinde tanınmasın ve parçalanıp değersiz cam
kırıklarına dönüşmesin. (Stefan Zweig, Hayatın Mucizeleri)
Jose Saramago
ise atasözlerinin tersini ifade eden bir cümle kurmuş ünlü “Körlük” kitabında.
“Yeteri kadar acı çektik artık mutlu olmada sıra” der gibi, sanki mutsuzluk ve
mutluluğun ardışık olması bir zorunlulukmuş gibi yazmış aşağıda Saramago;
Ne mutlu ki, mutlulukların felaket
getirdiğinden pek söz edilmese de felaketlerin mutlu sonuçlar doğurmasına sık
rastlanıyor. (Jose Saramago, Körlük)
Into the Wild Filminden bir kare |
Dünyayı gör. Fabrikalarda yapılan
ve parası ödenen herhangi bir rüyadan daha muhteşemdir. Garanti istemez,
güvenlik istemez, böyle bir hayvan hiç olmamıştır. (Fahrenheit 451, Ray
Bradbury)
Hayat şimdiye kadar icat edilen en
güzel şey. (Albaya Mektup Yok, Gabriel Garcia Marquez)
Derinden bir bakış, şeftali bir
dokunuş, içten bir fısıltı, tatlı bir gülümseyiş, ham bir meyvenin ağzımızda
bıraktığı tat, çorak topraklarda açan narin çiçekler gibi yaşamamız gerektiğini
kanıtlayan o kadar çok işaret vardı ki yeryüzünde. (Patasana, Ahmet Ümit)
Yaşadığım için minnettarım.
Sessizce dua ediyorum, doğanın sesini dinleyerek ve görünmeyen dünyanın daima
görünende kendisini gösterdiğini anlayarak. (Zahir, Paulo Coelho)
Babies 2015 Belgeselinden bir kare |
Neşe ve mutluluğun yalnızca insan ilişkilerine dayandığını düşünüyorsan yanılıyorsun. Tanrı bu hazzı her yere saçmış durumda. Yaşadığımız her şeyin içinde bulabilirsin bunu. Tek ihtiyacımız olan, alışkanlıklarla örülü yaşam tarzımıza sırtımızı dönüp yepyeni bir yaşama adım atmamızı sağlayacak cesaret. (Yabana Doğru, Joe Krakauer)
Bir diğer konu da, kişilerin yaşadığı mutluluğun diğer insanlarla ilişkili bir boyutudur ki belki de en karışık noktayı oluşturur. Albert Camus, Düşüş kitabında ne farklı ve güzel bir bakış açısıyla yazmış;
Mutluluğunuz ve başarılarınız,
ancak bunları cömertçe paylaşmaya razı olduğunuz takdirde affedilir. Ama mutlu
olmak için başkalarıyla fazla ilgilenmemek gerekir. Bunun üzerine çıkış yolları
kapanır. Ya mutlu ve yargılanır ya da bağışlanır ve sefil olacaksınız. (Düşüş,
Albert Camus)
Camus, kişilerin
mutluluğunu bağışlanması gereken bir durum olarak tanımlamış. Hakikatten de
öyle değil midir? Aslında en zor olan kötü gün değil de iyi gün dostu olabilmek,
yaşadığınız sevincin parıltısını arkadaşınızın gözünde de yakalayabilmek değil
midir? Neden mutluluğunuzun yargılanması gerekir ki?
Diğer taraftan
mutluluk ve mutsuzluk toplamının sabit bir miktar olduğu, insanların
bazılarının mutluluğu artarken, diğerinin mutlaka mutsuz olacağı inancı vardır
ki çokça araştırmalara ve iktisadi refah hususlarına da konu olmuştur. Oysa ki
mutlu olan birey çevresine de ışık saçıp toplu mutluluğun artmasını sağlar
farklı bir pencereden bakınca;
Hiç değişmeyen bir başka şey de,
bazılarının mutsuzluğunun başkalarının mutluluğu oluşudur, bunu dünyanın
kuruluşundan bu yana art arda gelen tüm kuşaklar çok iyi bilir. (Jose Saramago,
Körlük)
Mutluluğun
bireyin kendini kendine ve çevreye yararlı hissetmesi, hayatını
anlamlandırabilmiş olması sonucunda ortaya çıkan bir huzur duygusu olduğu bilinir.
Hiçbir işe yaramadığını, yaptığı her şeyin anlamsız olduğunu düşünen bir birey
gün geçtikçe kendini mutsuzluk hücresine hapseder. Mutluluğu artan bireyin ise
hissettiği kümülatif iyileşme fevkaladedir;
Hiçbir şey insanı mutlu olmak
kadar iyileştiremez ve bir başka insanı mutlu etmekten daha büyük mutluluk
yoktur. (Stefan Zweig, Hayatın Mucizeleri)
…yaşam sevincimin birdenbire
yeniden uyanması, varlığımın işe yarar olduğuna dair hissettiğim yeni bir
duygu, damarlarımda sıcak bir kan gibi dolaşıyordu. (Stefan Zweig, Bir Kadının
Yaşamından 24 Saat)
Bazen de yaşamak
istediğimiz hayat için adım atamamak, istediğimiz mesleği seçememiş olmak,
yaşamımızı değiştirmeye güç ya da cesaretimizin olmayışı gibi durumlar da
mutluluğu en çok perdeleyendir;
Kesinlikle, sadece düşlerimizin
peşinden gidecek ve işaretleri izleyecek cesaretimiz yok. Belki de keder bundan
kaynaklanıyor. (Zahir, Paulo Coelho)
Bir de “Bu kadar
saadet bana fazla” sözünü çok kullanıp ve fazla mutlu olmaktan korkanlarımız vardır.
Bazen her şeyin yolunda gitmesi kişide bir sorumluluk duygusu ve baskı yaratır
çünkü o hissi sürdürülebilir kılmak da çaba ve emek ister. Coelho aşağıda böyle
hissedenlere tercüman olmuş sanki;
İnsanlar mutlulukla başa
çıkamıyorlar bir türlü. (Veronika Ölmek İstiyor, Paulo Coelho)
Aşağıda da benim
her zaman yaşadığım bir duygu var. İnsan olayları yaşarken aslında
hissettiklerinin ne kadar güzel olduğunun farkına varmaz ama zaman geçtikçe ya
hafızamızın sadece güzeli ve iyiyi hatırlamasından ya da o zamanki
bilinçsizliğimizden geçmiş dönemde gerçekten mutlu olduğumuzu hatırlar ve
değerini bilmediğimize efkarlanırız;
Akıllı insanlar mutluluğun sağlığa
benzediğini çok önceden fark etmiştir: Mutluyken fark etmezsiniz; ama yıllar
geçtikçe, geçmişte kalan mutluluğunuza ilişkin anılar, ah, anılar!.. (Genç Bir
Doktorun Anıları, Mihail Bulgakov)
Sonuç olarak,
Camus’un Yabancı’da yazdığı ve ironik biçimde benim annemin de her zaman
söylediği gibi, belki de tam anlamıyla mutsuz olmak imkansız, belki hepimizin
içinde zaten belli bir sabit mutluluk var, kişiye ve kişinin yaşadıklarına göre
artan ve şekillenen…
Annem hep insanın tam anlamıyla
mutsuz olamayacağını söylerdi. (Yabancı, Albert Camus)
Mutluluk tam olarak tanımlanamamış belli bir
kalıba oturtulamamış olsa da o içeriden gelen gülümseme hissinin ne nedenle
olursa olsun hiç kaybolmaması dileğiyle iyi okumalar ve sevgiler…
25 Ağustos 2016 Perşembe
23 Ağustos 2016 Salı
17 Ağustos 2016 Çarşamba
15 Ağustos 2016 Pazartesi
Yabana Doğru/Jon Krakauer
Alaska’nın muazzam genişlikteki,
dokunulmamış topraklarının hayatlarındaki tüm boşlukları kapatacağını düşünen
insanlar kendilerini burada bulmuştur. Fakat Alaska toprakları merhametsizdir,
ne umutları ne de özlemleri umursar.
1992 yılında Amerika’nın varlıklı
bir ailesinden olan Christopher McCandless otostopla Alaska’ya gider ve yaban
doğanın içine karışır. Dört ay sonra çürümüş cesedi geyik avcıları tarafından
bulunur. Chris’in sonu çok kötü bir şekilde sonuçlanan deneyimi, Amerikalı
yazar ve dağcı Jon Krakauer’in çok ilgisini çeker ve Chris’in Alaska’da çizdiği
rotaya, rota boyunca iletişim kurduğu insanlara, ailesine, yazılarına,
günlüğüne, daha doğrusu ölümüne kadar ki her türlü ayrıntıya büyük bir
titizlikle ulaşarak, bu hazin ve ilginç yaşam öyküsünü kitaplaştırır.
Chris’in çok zeki, donanımlı ve
yüksek hayat ideallerine sahip bir genç olarak söz konusu maceraya belli bir ideal
uğruna atılması, hayatı sorgularken doğadan yardım alması bu hikayeyi en çok
ilgi çekici yapan yön belki de. Otobüsün içine yazdığı “Yakasını kurtardığı medeniyet onu daha fazla
zehirlemeyecek. Artık yabanda yitmek için yürüyor.” sözü belki de nelerden
kurtulmaya çalıştığı ve neyin arayışı içerisinde olduğunun en büyük kanıtı. Kitaplarından
birinin üstüne yazdığı not da beynindeki düşüncelere tercüman oluyor; “İnsan
bazen, nasıl da diğerlerinin usandırıcı konuşmalarının anlamsızlığından ve
bütün o görkemli ifadelerden kaçmak sözcüklerin geçersiz olduğu doğaya ya da
zorlu ve uzun işlere sığınmak istiyor. Deliksiz uykulara, gerçek müziğe ya da
duyumsamayla suskunlaşmış insan anlayışının kendisine.”
Okumayı çok seven Chris’in, Dickens,
H.G. Wells, Mark Twain, Jack London, Tolstoy, Henry David Thoreau favori
yazarları arasında yer alıyor, özellikle Tolstoy’un basit ve yoksul hayatı
tercih ederek zenginlik ve imtiyazlarla örülü bir dünyayı terk edişine hayran
kalıyor. Jack London’un çoğu Alaska’yı anlatan roman ve öyküleri en sevdikleri
arasında yer alıyor. Yabana Doğru kitabının yazarı da Chris’in bu entelektüel birikimini
ayrıntılarıyla gözler önüne sererek, Chris’in macerası boyunca yanından hiç ayırmadığı
kitaplarının altları çizili bölümleri okuyucuya sunarak benim de gönlümü fethediyor.
Hatta kitabın sonunda Chris’in başucu kitaplarının bir listesini vererek, benim
“Jack London” ve Henry David Thoreau” severliğimi daha da pekiştiriyor.
“Everest Günlüğü” adlı esere de
sahip yazarın dağcılık deneyimleri sırasındaki zorlu tecrübeleri, “Yabana Doğru”da doğayı, yaban hayatı ve Chris’in bu yaşam savaşını teknik ve terimsel olarak yakından izlememizi sağlıyor. Kitabı okurken kendinizi bir yandan maceradan
maceraya sürüklenir bulurken, bir yandan da Chris’in kitaplarıyla edebiyata ve
felsefeye dalıyor, kitap boyunca tanıştığı insanlarla yeni dünyalara misafir
oluyorsunuz.
Chris’e büyük hayranlık
besleyerek okuduğum romanın sonunda tabii ki gözyaşları ve Chris’in arayışına
daha fazla seyirci olamayacak olmanın verdiği iç karartısını yaşadım. Günlerdir,
okuduğum bu kitap aklımdan çıkmıyor. Bu deneyimimi Jack London’un Beyaz Diş
romanıyla unutmamaya çalışıyorum. Devamlı Google’da Chris’in fotoğraflarına
bakarak o kafasından geçen milyonlarca düşünceyi tekrar tekrar anıyorum. Keşke upuzun
bir ömrü olsaydı ve çokça yazsaydı...maceralarını, ideallerini, tanıdığı insanları,
hayvanları, doğayı, kitaplarını, yazarlarını, mekanları…
Kitap, Sean Penn tarafından Eddie
Vedder’in harika müzikleri eşliğinde sinemaya da uyarlanmış. Kitaptan sonra
vakit kaybetmeden filmi de izledim. Tabii ki hiçbir film kitabın önüne geçemese
de, bir kitap ancak bu kadar güzel yansıtılabilirdi dedim filmin sonunda. Sırf
görüntü ve müzikler için bile seyredilebilir…
Tek avuntum Chris’in vefatı
öncesinde bıraktığı not…
Hatırlamalı;
Chris, hayatı namına koşması
gerekirse diye asla sırtında taşıyabileceğinden daha fazlasına sahip olmamaktan
yanaydı.
En büyük kazançlar ve değerler en
az takdir edilenlerdir. Varlıklarından kolayca şüphe edebiliriz. Çabucak
unutulurlar. En yüksek gerçek onlardır. Belki de en şaşırtıcı ve gerçek şeyler
bir insandan diğerine aktarılamaz. Günlük yaşantımın gerçek ürünü, gündüzün ve
akşamın çizgileri gibi tarif edilmez ve elle tutulup gözle görülmezdir. (Henry
David Thoreau, Walden)
Neşe ve mutluluğun yalnızca insan
ilişkilerine dayandığını düşünüyorsan yanılıyorsun. Tanrı bu hazzı her yere
saçmış durumda. Yaşadığımız her şeyin içinde bulabilirsin bunu. Tek ihtiyacımız
olan, alışkanlıklarla örülü yaşam tarzımıza sırtımızı dönüp yepyeni bir yaşama
adım atmamızı sağlayacak cesaret.
Önemli olan deneyimler, anılar ve
gerçek anlamın bulunabileceği kadar geniş uzamda yaşamanın büyük hazzı. Tanrım,
yaşamak harika bir şey! Teşekkürler. Teşekkürler.
12 Ağustos 2016 Cuma
11 Ağustos 2016 Perşembe
8 Ağustos 2016 Pazartesi
Genç Bir Doktorun Anıları/Mihail Bulgakov
Mizah yeteneği
ve yergili üslubu ile tanına Rus yazar, Rus edebiyatında en sevdiğim
yazarlar arasında yer alıyor. 1930’larda yazarın eserlerinin yayımlanması
yasaklanıyor ve ölümüne dek edebiyat çevrelerince dışlanıyor. Bulgakov’un eserleri
SSCB’de ancak ölümünden 20 yıl sonra 1962’de yayımlanmaya başlıyor.
Bulgakov,
yergileri ve kullandığı metaforlarla ünlü olmasının yanında Kiev Tıp Fakültesi
mezunu olmasının verdiği tıbbi bilgiyi de kitaplarında çokça kullanıyor. Söz
konusu deneyiminin en çok hissedildiği eseri ise adından da belli olacağı üzere
“Genç Bir Doktorun Anıları”. Kitapta, devrim zamanı Rusya’da genç bir doktor
şaşırtıcı geleneklerin, boş inançların devam ettiği bir kasabaya göreve
atanıyor. Genç doktor, yaşadığı tıbbi tecrübeleri bazen çok dokunaklı, bazen çok
komik, bazen de çok düşündürücü bir anlatımla okuyucuya sunuyor ve bir
bakıyorsunuz kitap bir gün içinde aklınızda bir çok hikaye ile bitivermiş. “A
Young Doctor's Notebook” adlı mini dizi serisine ilham veren kitaptaki tıbbi
hikayelerin 1920’li yıllarda çeşitli tıp dergilerinde yayımlanmış gerçek
vakalar olması da ayrı bir heyecan katıyor okuyucuya.
“Köpek Kalbi”, “Ölümcül Yumurtalar”, “Usta ve
Margarita” adlı eserleriyle ünlü Bulgakov’un müthiş anlatımı ile süslenen bu
sürükleyici kitabı herkese özellikle de tıbbi vakalar üzerine çalışan ya da tıp
alanında çalışmayı hayal eden herkese öneriyorum…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)