29 Ağustos 2016 Pazartesi

İyi Kalpli Erendira/Gabriel Garcia Marquez



O zamanlar ben ölüme karşı hiçbir çare tanımadığımdan, onu sadece en az ağrıyan tarafımın üstüne yatarak bekliyordum... 

Gabriel Garcia Marquez’in 1972 yılında yazdığı bu eserde birbirinden büyüleyici 7 öykü var. Kitap ismini “İyi Kalpli Erendira” isimli uzun öyküden almış. Ben "Yüzyıllık Yalnızlık" şaheserini en son okumaya karar verip Marquez’in diğer tüm eserlerini okuduktan sonra finali "Yüzyıllık Yalnızlık" ile yapan bir okur olarak, büyülü gerçekliğin muhteşem atmosferini bu öykülerin her birinde tattığımı ve ilk defa tanıştığımı ifade etmek isterim. 142 sayfalık bu eser size Marquez okumanın keyfini öykülerindeki sıcaklık ve masalsılıkla sonuna kadar hissettirecek.

Kitap kapağı, Erendira’yı en güzel betimleyecek eseriyle Henri Rousseau’ya ait. (Young Girl in Pink, 1906/ 1907). Marquez'in masalsı kitap kapaklarına, Rousseau’nun sanatını icra ederken gerçek boyut algısına saplanıp kalmadan yarattığı eserlerini Can Yayınları gibi ben de çok yakıştırıyorum. Eğer Marquez'in öykülerinden romanları kadar hoşlanırsanız, "Mavi Köpeğin Gözleri" ve "On İki Gezici Öykü" ile okuma zevkine devam etmenizi tavsiye ederim, sevgilerle...


Hatırlamalı;
Yavaş yavaş onu daha iyi tanıyanların yaptıkları gibi gözlemeyi de öğrendi, ona hiç bakmadan, ama onu düşlerinde bile unutamadan. 

…çünkü bu bir emir değil sadece bir tavsiyedir, zaten mutluluk da bir zorunluluk değildir. 

Özgür, gerçek ve kesin iradesinin ne olduğu kendisine sorulduğunda, bir an bile duraksamadı. “Gitmek istiyorum” dedi. 

Anıların acısını bastırmaya çalışarak bir saat daha hamağın içinde döndü durdu, ta ki acının kendisi, bir karara varabilmesi için gerek duyduğu gücü ona verene kadar.
Bu denizden uzakta bir yerde ölebilmek için, ne zaman öleceğimi gerektiği kadar önceden bileyim diye dua etmişimdir hep...

Günün Kelimesi: Zaman


26 Ağustos 2016 Cuma

MUTLULUK ÜZERİNE



 

Mutluluk o kadar çok kişinin merak ettiği bir konu olmuş ki felsefecilerin, psikologların, bilim adamlarının araştırmaları hep bu yönde olmuş. Birileri, yaşam refahındaki artış demiş, birileri iklim ve coğrafya demiş, birileri sosyoekonomik göstergeler demiş, birileri dostluk ve aile demiş, birileri bu kavram sadece beyin kimyasına bağlıdır demiş, birileri seratonin, adrenalin, vitamin demiş, demiş de demiş… O kadar geniş ve soyut bir kavram ki mutluluk, bir alt ya da üst limiti olmayan, kişiden kişiye anlamı, ifadesi, şekli, rengi, görüntüsü değişen kavramlardan biri. Kişisel gelişim kitaplarının gözde kelimesi; “Mutsuzluğa İnat”, “Mutluluk mu? Zor Değil!”, “Mutluluğa Çeyrek Var”, “Neden Siz de Mutlu Olmayasınız”, “Mutluluk Reçetesi”, “Mutsuzluğunuza Savaş Açın”, “Bir Günde Mutluluk”, “Mutluluk Size O Kadar Yakın”…(Not: Söz konusu kitap isimleri tamamen uydurmadır eğer çakışanlar varsa affola)

Van Gogh
Kelimelere olan tutkumu profilimde de sizinle paylaşmıştım. Kitapları okurken içime işleyen cümleleri not aldığım bir dosyam var. O cümleler öyle kelimelere ilham veriyor ki kafamda onları eşleştirmek bana çok keyifli bir oyunmuş gibi geliyor. Geçenlerde, kelime dosyamda gezinirken ne kadar çok yazarın mutluluk, saadet, sevinç, mutsuzluk, keder üzerine yazdığını fark ettim. Bunlar da sadece benim aklımda kalanlar ve benim okuduğum yazarların cümleleriydi… Bu yazımda sadece altını çizdiğim cümleleri ve yazarların bakış açılarını paylaşacağım sizlerle. Ne taraftan bakmışlar eserlerinde mutluluğa… Nasıl bir mutluluk anlayışı benimsetmişler karakterlerine…

Mutluluğumuzu hep saklama ihtiyacı duyarız, nazardan, kem gözden korkar, atasözlerimize bile işlediği gibi çok gülmenin sonunun iyi gelmeyeceğini düşünürüz. Sessizce “Aman nazar değmesin ama her şey çok yolunda, kendimi iyi hissediyorum” der, üstünü örteriz. Sabahattin Ali bu duyguyu çok güzel tanımlamış aşağıda “saadeti israf etmekten korkmak” ifadesiyle… Belki de bize taa küçüklüğümüzden beri öğütlenen, iç benliğimize işleyen “mutluluğun” daimi olmayacağına dair sözler, atasözleri, deyimler, şarkılar, türküler, masallardır bizi mutluluğumuzu gıdım gıdım yaşamaya, çevremize göstermemeye, kendimize bile itiraf etmemeye iten…

Zaten küçüklüğümden beri saadeti israf etmekten korkar, bir kısmını ilerisi için saklamak isterdim... Bu hal gerçi birçok fırsatları kaçırmama sebep olurdu, fakat fazlasını isteyerek talihimi ürkütmekten her zaman çekinirdim. (Kürk Mantolu Madonna, Sabahattin Ali)

…O yüzden mutluluğunun ve hayatının çevresini serinkanlı ve sıradan gündelik sözlerle kaplıyordu ki bunlar başkalarının eline geçtiğinde tanınmasın ve parçalanıp değersiz cam kırıklarına dönüşmesin. (Stefan Zweig, Hayatın Mucizeleri)

Jose Saramago ise atasözlerinin tersini ifade eden bir cümle kurmuş ünlü “Körlük” kitabında. “Yeteri kadar acı çektik artık mutlu olmada sıra” der gibi, sanki mutsuzluk ve mutluluğun ardışık olması bir zorunlulukmuş gibi yazmış aşağıda Saramago;

Ne mutlu ki, mutlulukların felaket getirdiğinden pek söz edilmese de felaketlerin mutlu sonuçlar doğurmasına sık rastlanıyor. (Jose Saramago, Körlük)

Into the Wild Filminden bir kare
Bir de mutlu olmak için doğadan ilhamını alanlar vardır çünkü zaten doğanın her bir köşesine serpiştirilmiştir güzellikler, ağaçlar, binbir çeşit bitki ve hayvanlar, renkler… Yani bolca seratonin salgılamanıza sebep olacak ayrıntılar. Biz sadece görmek istemeyiz ya da farkındalığımızın oluşması için belli bir yaşa veya bilince ulaşmamız gerekir. Oysa ki gözümüzün önündedir bizi gülümsemeye itecek görüntü ve işaretler; belki de bakmak ve görmek arasındaki en büyük fark da evrenin bize sunduğu şeylerin ayırdına varma durumunda ortaya çıkmaktadır. Çokça kitapta yazılıp çizilmiştir mutluluğun evrene doğru bakmakla bulunduğu konusu…

Dünyayı gör. Fabrikalarda yapılan ve parası ödenen herhangi bir rüyadan daha muhteşemdir. Garanti istemez, güvenlik istemez, böyle bir hayvan hiç olmamıştır. (Fahrenheit 451, Ray Bradbury)

Hayat şimdiye kadar icat edilen en güzel şey. (Albaya Mektup Yok, Gabriel Garcia Marquez)

Derinden bir bakış, şeftali bir dokunuş, içten bir fısıltı, tatlı bir gülümseyiş, ham bir meyvenin ağzımızda bıraktığı tat, çorak topraklarda açan narin çiçekler gibi yaşamamız gerektiğini kanıtlayan o kadar çok işaret vardı ki yeryüzünde. (Patasana, Ahmet Ümit)

Yaşadığım için minnettarım. Sessizce dua ediyorum, doğanın sesini dinleyerek ve görünmeyen dünyanın daima görünende kendisini gösterdiğini anlayarak. (Zahir, Paulo Coelho)

Babies 2015 Belgeselinden bir kare

Neşe ve mutluluğun yalnızca insan ilişkilerine dayandığını düşünüyorsan yanılıyorsun. Tanrı bu hazzı her yere saçmış durumda. Yaşadığımız her şeyin içinde bulabilirsin bunu. Tek ihtiyacımız olan, alışkanlıklarla örülü yaşam tarzımıza sırtımızı dönüp yepyeni bir yaşama adım atmamızı sağlayacak cesaret. (Yabana Doğru, Joe Krakauer)




Bir diğer konu da, kişilerin yaşadığı mutluluğun diğer insanlarla ilişkili bir boyutudur ki belki de en karışık noktayı oluşturur. Albert Camus, Düşüş kitabında ne farklı ve güzel bir bakış açısıyla yazmış; 

Mutluluğunuz ve başarılarınız, ancak bunları cömertçe paylaşmaya razı olduğunuz takdirde affedilir. Ama mutlu olmak için başkalarıyla fazla ilgilenmemek gerekir. Bunun üzerine çıkış yolları kapanır. Ya mutlu ve yargılanır ya da bağışlanır ve sefil olacaksınız. (Düşüş, Albert Camus)

Camus, kişilerin mutluluğunu bağışlanması gereken bir durum olarak tanımlamış. Hakikatten de öyle değil midir? Aslında en zor olan kötü gün değil de iyi gün dostu olabilmek, yaşadığınız sevincin parıltısını arkadaşınızın gözünde de yakalayabilmek değil midir? Neden mutluluğunuzun yargılanması gerekir ki?

Diğer taraftan mutluluk ve mutsuzluk toplamının sabit bir miktar olduğu, insanların bazılarının mutluluğu artarken, diğerinin mutlaka mutsuz olacağı inancı vardır ki çokça araştırmalara ve iktisadi refah hususlarına da konu olmuştur. Oysa ki mutlu olan birey çevresine de ışık saçıp toplu mutluluğun artmasını sağlar farklı bir pencereden bakınca;

Hiç değişmeyen bir başka şey de, bazılarının mutsuzluğunun başkalarının mutluluğu oluşudur, bunu dünyanın kuruluşundan bu yana art arda gelen tüm kuşaklar çok iyi bilir. (Jose Saramago, Körlük)

Mutluluğun bireyin kendini kendine ve çevreye yararlı hissetmesi, hayatını anlamlandırabilmiş olması sonucunda ortaya çıkan bir huzur duygusu olduğu bilinir. Hiçbir işe yaramadığını, yaptığı her şeyin anlamsız olduğunu düşünen bir birey gün geçtikçe kendini mutsuzluk hücresine hapseder. Mutluluğu artan bireyin ise hissettiği kümülatif iyileşme fevkaladedir;


Hiçbir şey insanı mutlu olmak kadar iyileştiremez ve bir başka insanı mutlu etmekten daha büyük mutluluk yoktur. (Stefan Zweig, Hayatın Mucizeleri)

…yaşam sevincimin birdenbire yeniden uyanması, varlığımın işe yarar olduğuna dair hissettiğim yeni bir duygu, damarlarımda sıcak bir kan gibi dolaşıyordu. (Stefan Zweig, Bir Kadının Yaşamından 24 Saat)




Bazen de yaşamak istediğimiz hayat için adım atamamak, istediğimiz mesleği seçememiş olmak, yaşamımızı değiştirmeye güç ya da cesaretimizin olmayışı gibi durumlar da mutluluğu en çok perdeleyendir;

Kesinlikle, sadece düşlerimizin peşinden gidecek ve işaretleri izleyecek cesaretimiz yok. Belki de keder bundan kaynaklanıyor. (Zahir, Paulo Coelho)

Bir de “Bu kadar saadet bana fazla” sözünü çok kullanıp ve fazla mutlu olmaktan korkanlarımız vardır. Bazen her şeyin yolunda gitmesi kişide bir sorumluluk duygusu ve baskı yaratır çünkü o hissi sürdürülebilir kılmak da çaba ve emek ister. Coelho aşağıda böyle hissedenlere tercüman olmuş sanki;

İnsanlar mutlulukla başa çıkamıyorlar bir türlü. (Veronika Ölmek İstiyor, Paulo Coelho)

Aşağıda da benim her zaman yaşadığım bir duygu var. İnsan olayları yaşarken aslında hissettiklerinin ne kadar güzel olduğunun farkına varmaz ama zaman geçtikçe ya hafızamızın sadece güzeli ve iyiyi hatırlamasından ya da o zamanki bilinçsizliğimizden geçmiş dönemde gerçekten mutlu olduğumuzu hatırlar ve değerini bilmediğimize efkarlanırız;

Akıllı insanlar mutluluğun sağlığa benzediğini çok önceden fark etmiştir: Mutluyken fark etmezsiniz; ama yıllar geçtikçe, geçmişte kalan mutluluğunuza ilişkin anılar, ah, anılar!.. (Genç Bir Doktorun Anıları, Mihail Bulgakov)


Sonuç olarak, Camus’un Yabancı’da yazdığı ve ironik biçimde benim annemin de her zaman söylediği gibi, belki de tam anlamıyla mutsuz olmak imkansız, belki hepimizin içinde zaten belli bir sabit mutluluk var, kişiye ve kişinin yaşadıklarına göre artan ve şekillenen…

Annem hep insanın tam anlamıyla mutsuz olamayacağını söylerdi. (Yabancı, Albert Camus)

Mutluluk tam olarak tanımlanamamış belli bir kalıba oturtulamamış olsa da o içeriden gelen gülümseme hissinin ne nedenle olursa olsun hiç kaybolmaması dileğiyle iyi okumalar ve sevgiler…


15 Ağustos 2016 Pazartesi

Yabana Doğru/Jon Krakauer




Alaska’nın muazzam genişlikteki, dokunulmamış topraklarının hayatlarındaki tüm boşlukları kapatacağını düşünen insanlar kendilerini burada bulmuştur. Fakat Alaska toprakları merhametsizdir, ne umutları ne de özlemleri umursar.


1992 yılında Amerika’nın varlıklı bir ailesinden olan Christopher McCandless otostopla Alaska’ya gider ve yaban doğanın içine karışır. Dört ay sonra çürümüş cesedi geyik avcıları tarafından bulunur. Chris’in sonu çok kötü bir şekilde sonuçlanan deneyimi, Amerikalı yazar ve dağcı Jon Krakauer’in çok ilgisini çeker ve Chris’in Alaska’da çizdiği rotaya, rota boyunca iletişim kurduğu insanlara, ailesine, yazılarına, günlüğüne, daha doğrusu ölümüne kadar ki her türlü ayrıntıya büyük bir titizlikle ulaşarak, bu hazin ve ilginç yaşam öyküsünü kitaplaştırır.


Chris’in çok zeki, donanımlı ve yüksek hayat ideallerine sahip bir genç olarak söz konusu maceraya belli bir ideal uğruna atılması, hayatı sorgularken doğadan yardım alması bu hikayeyi en çok ilgi çekici yapan yön belki de. Otobüsün içine yazdığı  “Yakasını kurtardığı medeniyet onu daha fazla zehirlemeyecek. Artık yabanda yitmek için yürüyor.” sözü belki de nelerden kurtulmaya çalıştığı ve neyin arayışı içerisinde olduğunun en büyük kanıtı. Kitaplarından birinin üstüne yazdığı not da beynindeki düşüncelere tercüman oluyor; “İnsan bazen, nasıl da diğerlerinin usandırıcı konuşmalarının anlamsızlığından ve bütün o görkemli ifadelerden kaçmak sözcüklerin geçersiz olduğu doğaya ya da zorlu ve uzun işlere sığınmak istiyor. Deliksiz uykulara, gerçek müziğe ya da duyumsamayla suskunlaşmış insan anlayışının kendisine.”


Okumayı çok seven Chris’in, Dickens, H.G. Wells, Mark Twain, Jack London, Tolstoy, Henry David Thoreau favori yazarları arasında yer alıyor, özellikle Tolstoy’un basit ve yoksul hayatı tercih ederek zenginlik ve imtiyazlarla örülü bir dünyayı terk edişine hayran kalıyor. Jack London’un çoğu Alaska’yı anlatan roman ve öyküleri en sevdikleri arasında yer alıyor. Yabana Doğru kitabının yazarı da Chris’in bu entelektüel birikimini ayrıntılarıyla gözler önüne sererek, Chris’in macerası boyunca yanından hiç ayırmadığı kitaplarının altları çizili bölümleri okuyucuya sunarak benim de gönlümü fethediyor. Hatta kitabın sonunda Chris’in başucu kitaplarının bir listesini vererek, benim “Jack London” ve Henry David Thoreau” severliğimi daha da pekiştiriyor. 


“Everest Günlüğü” adlı esere de sahip yazarın dağcılık deneyimleri sırasındaki zorlu tecrübeleri, “Yabana Doğru”da doğayı, yaban hayatı ve Chris’in bu yaşam savaşını teknik ve terimsel olarak yakından izlememizi sağlıyor. Kitabı okurken kendinizi bir yandan maceradan maceraya sürüklenir bulurken, bir yandan da Chris’in kitaplarıyla edebiyata ve felsefeye dalıyor, kitap boyunca tanıştığı insanlarla yeni dünyalara misafir oluyorsunuz.


Chris’e büyük hayranlık besleyerek okuduğum romanın sonunda tabii ki gözyaşları ve Chris’in arayışına daha fazla seyirci olamayacak olmanın verdiği iç karartısını yaşadım. Günlerdir, okuduğum bu kitap aklımdan çıkmıyor. Bu deneyimimi Jack London’un Beyaz Diş romanıyla unutmamaya çalışıyorum. Devamlı Google’da Chris’in fotoğraflarına bakarak o kafasından geçen milyonlarca düşünceyi tekrar tekrar anıyorum. Keşke upuzun bir ömrü olsaydı ve çokça yazsaydı...maceralarını, ideallerini, tanıdığı insanları, hayvanları, doğayı, kitaplarını, yazarlarını, mekanları…


Kitap, Sean Penn tarafından Eddie Vedder’in harika müzikleri eşliğinde sinemaya da uyarlanmış. Kitaptan sonra vakit kaybetmeden filmi de izledim. Tabii ki hiçbir film kitabın önüne geçemese de, bir kitap ancak bu kadar güzel yansıtılabilirdi dedim filmin sonunda. Sırf görüntü ve müzikler için bile seyredilebilir…


Tek avuntum Chris’in vefatı öncesinde bıraktığı not…

Hatırlamalı;

Chris, hayatı namına koşması gerekirse diye asla sırtında taşıyabileceğinden daha fazlasına sahip olmamaktan yanaydı.


En büyük kazançlar ve değerler en az takdir edilenlerdir. Varlıklarından kolayca şüphe edebiliriz. Çabucak unutulurlar. En yüksek gerçek onlardır. Belki de en şaşırtıcı ve gerçek şeyler bir insandan diğerine aktarılamaz. Günlük yaşantımın gerçek ürünü, gündüzün ve akşamın çizgileri gibi tarif edilmez ve elle tutulup gözle görülmezdir. (Henry David Thoreau, Walden)


Neşe ve mutluluğun yalnızca insan ilişkilerine dayandığını düşünüyorsan yanılıyorsun. Tanrı bu hazzı her yere saçmış durumda. Yaşadığımız her şeyin içinde bulabilirsin bunu. Tek ihtiyacımız olan, alışkanlıklarla örülü yaşam tarzımıza sırtımızı dönüp yepyeni bir yaşama adım atmamızı sağlayacak cesaret.




Önemli olan deneyimler, anılar ve gerçek anlamın bulunabileceği kadar geniş uzamda yaşamanın büyük hazzı. Tanrım, yaşamak harika bir şey! Teşekkürler. Teşekkürler.

8 Ağustos 2016 Pazartesi

Genç Bir Doktorun Anıları/Mihail Bulgakov



Mizah yeteneği ve yergili üslubu ile tanına Rus yazar, Rus edebiyatında en sevdiğim yazarlar arasında yer alıyor. 1930’larda yazarın eserlerinin yayımlanması yasaklanıyor ve ölümüne dek edebiyat çevrelerince dışlanıyor. Bulgakov’un eserleri SSCB’de ancak ölümünden 20 yıl sonra 1962’de yayımlanmaya başlıyor.

Bulgakov, yergileri ve kullandığı metaforlarla ünlü olmasının yanında Kiev Tıp Fakültesi mezunu olmasının verdiği tıbbi bilgiyi de kitaplarında çokça kullanıyor. Söz konusu deneyiminin en çok hissedildiği eseri ise adından da belli olacağı üzere “Genç Bir Doktorun Anıları”. Kitapta, devrim zamanı Rusya’da genç bir doktor şaşırtıcı geleneklerin, boş inançların devam ettiği bir kasabaya göreve atanıyor. Genç doktor, yaşadığı tıbbi tecrübeleri bazen çok dokunaklı, bazen çok komik, bazen de çok düşündürücü bir anlatımla okuyucuya sunuyor ve bir bakıyorsunuz kitap bir gün içinde aklınızda bir çok hikaye ile bitivermiş. “A Young Doctor's Notebook” adlı mini dizi serisine ilham veren kitaptaki tıbbi hikayelerin 1920’li yıllarda çeşitli tıp dergilerinde yayımlanmış gerçek vakalar olması da ayrı bir heyecan katıyor okuyucuya. 


“Köpek Kalbi”, “Ölümcül Yumurtalar”, “Usta ve Margarita” adlı eserleriyle ünlü Bulgakov’un müthiş anlatımı ile süslenen bu sürükleyici kitabı herkese özellikle de tıbbi vakalar üzerine çalışan ya da tıp alanında çalışmayı hayal eden herkese öneriyorum…